Son Eklenenler

03 Kasım 2007

Dört Yıl Sonra Martın Yirmi Altısı

Üşümüştü. Ama soğuk değildi üşüten adamı. Dışarıda hava sekiz derece. Martın yirmi altısı. Usulca soyunup yatağa girdi. Uyumakla uyumamak arasında tereddüt etti bir an. Ve yazmaya başladı.
«Yitik bir aşkın ardından,
nasıl anlatabilirim seni?
Kelimeler yeter mi sanıyorsun
içimi dökmeye sana?
Haklısın. Kendimi anlatabilmeliyim
hayatta yapamam.
Zor olan anlatabilmek mi kendini?
Anlayabilmek mi seni?»
Bir an için duraksadı yatağında yazdıklarını sorgulayan üşümüş adam. Neredeyse dört yıl olmuştu bu derde düşeli. Sahi, zaman da ne hızlıydı bu aralar. Dört yıl olmuştu demek kavrulmuş çöllere düşeli Ferhat gibi. Dört yıl. Yani bir fakülteyi -bir taşra üniversitesinde- bitirme süresi.

Sonra inişli-çıkışlı ilişkisini incelemeye başladı. Neler olmuştu neler! Sayısız ayrılma kararı -ki biri bile kendi tarafından verilmemişti- sayısız tekrar deneme çabası -ki en çok yaptığı şeydi bu- Tüm bunlarla birlikte göz göze gelmeleri, o ilk bakışma, tanışmaları, ilk elele tutuşmaları, ilk öpüşmeleri, saatlerce sahilde elele yürüyen iki âşık. O iki kişi ki sadece denize bakarak birbirlerini anlayabilen, anlatabilen; şehirlerine tutkuyla bağlanıp hayaller kuran, yeminler eden.
«Tüm bunlardan sonra bile
Varım desem de bile bile
Bile bile lades bu
Bile bile!»
Fakat her zaman yolunda gitmezdi işler. Kader ağlarını örmüştü. Ya da dev bir örümcek. Ne fark eder. “Hayatın onlar için ayrı planları vardı.” Bundan ibaretti son söylediği.

Doğru ya! Son sözleriydi bu. Sahi, bir aşk ne zaman biterdi? Son sözler söylendiğinde mi? «Çıkmadık candan umut kesilmezdi.» Bir aşk, umudun bittiği yerde biterdi. Ve «umut» artık sadece bir zamanlar ileride çocuğuna koyacağı isimdi yatağında üşüyen adam için.

Aşk acısının ateşinde, kutuplarda gibi üşüyen adam yatağında titrerken eski günleri hatırladı birden. Gözünde hatıralar canlanıverdi, dünmüş gibi yaşananlar.

Koşu pistine yakın bir kamelyada ağaçların altında oturmuşlardı. Daha doğrusu O oturmuş, genç adam da O’nun dizlerinin üzerine başını yaslayıp banka uzanmıştı. Yakınlarında bir kalabalık gördüklerinde bakışları ister istemez herkesin baktığı yöne kaymıştı. Mutlu bir çifti Fuar Evlendirme Daire’sinden çıkarken gördüler. Ve birbirlerine adeta “bu günler bizim için de çok uzak sayılmaz” der gibi baktılar. Bakışları birbirine değdiğinde içlerini inanılmaz bir sevinç ve heyecan kaplamıştı. Hemen hayal kurmaya başladılar. Daha doğrusu plan yapmaya.

Genç adam, sade bir nikâh töreninin yeterli olacağını belirtti. Zaten hep der dururdu: «Ne de olsa giriş katında oturuyorsun. Camına merdiven dayamaya da gerek yok. Gerisi bir nikâh törenine bakıyor.» diye. Bu sözlerini tekrarlarken dediğine kendisi bile gülüyordu. O da. Tabi bunlar söylendiğiyle kaldı. Dünyanın neresinde görülmüş gelinin düğün törenini planlayıp damadın onayını almak istediği!

Üç gün üç gece olacaktı düğün. Hani ozan der ya «çalgılı çengili». Kına töreni -bu akşam yapılacaktı- sabahında erken saatte kına yıkamaya gitme, düğünün son günü büyük bir eğlence. Bir defa aylardan ağustos olacaktı. Düğünde en az iki gelinlik giyilecekti -elbette gün gün değil, aynı akşamda- Hatta modelleri bile hazırdı.

O sırada yanlarından hızla geçen gelin arabası, hayallerinin de bu kadar hızlı değişeceğinin habercisi gibiydi.

Sahi, söylemeyi unuttum. Bütün bu hikâye lise yıllarında. Sonra gelsin ilk ayrılık. Üniversite yılları. Karmaşık yıllar. Ve o en son cümle: “Hayatın bizim için planları ayrı.”

Daha öncesi: “Sevmeyi ve sevilmeyi gerçekten hak ediyorsun.”
«Sende bana yetecek kadar sen kalmadı demek ki»

0 yorum:

Yorum Gönder