Film günlerime devam ettim kaybolduğum şu bir hafta on günlük sürede. Bu habersiz ayrılık için öncelikle kusura bakmayın. Uzunca bir süre yazamadım hiçbir şey. Gazetelerden, kitaplardan no bile alamadım. O kadar uzaklaştım kağıt kalemenden. Neyse, şimdi buradayım, yazıyorum.
Film günleri demiştim. Özellikle seçip bir araya getirmediğim halde muhteşem bir rastlantıyla insanlık tarihini anlatan, savaş karşıtı filmleri izledim. Kronolojik olarak gidecek olursak, ilk film olarak daha önce merakla beklediğimi bildirdiğim "There Will Be Blood" filmini izledim.
Oyunculuklar muhteşem, özellikle Daniel Day-Lewis. Zaten en iyi erkek oyuncu dalında Oscar ve BAFTA ödüllerini de almış.
İnsanoğlunun ne kadar aç gözlü olduğunu çok vurucu bir şekilde anlatıyor film. Çıkarları uğruna neler yapabileceğini. Dinin nasıl insanları kandırmak için kullanılabileceğini. Kısası, izleyin, mutlaka kendinizden bir parça göreceksiniz filmde.
Film günleri demiştim. Özellikle seçip bir araya getirmediğim halde muhteşem bir rastlantıyla insanlık tarihini anlatan, savaş karşıtı filmleri izledim. Kronolojik olarak gidecek olursak, ilk film olarak daha önce merakla beklediğimi bildirdiğim "There Will Be Blood" filmini izledim.
Oyunculuklar muhteşem, özellikle Daniel Day-Lewis. Zaten en iyi erkek oyuncu dalında Oscar ve BAFTA ödüllerini de almış.
İnsanoğlunun ne kadar aç gözlü olduğunu çok vurucu bir şekilde anlatıyor film. Çıkarları uğruna neler yapabileceğini. Dinin nasıl insanları kandırmak için kullanılabileceğini. Kısası, izleyin, mutlaka kendinizden bir parça göreceksiniz filmde.
İkinci film Dalton Trumbo'nun aynı adlı romanından uyarladığı 1971 yapımı "Johnny Got His Gun" filmi. Kimilerine göre tüm zamanların en iyi savaş karşıtı filmi.
Filmde, Birinci Dünya Savaşı'na gitmek için gönüllü olan Joe Bonham'ın hikayesini kendi anlatımıyla görüyoruz. Kahramanımız, bir patlama sırasında kollarını, bacaklarını, çenesini kaybetmiştir. Fakat beyninin bir bölümü zarar görmediği için vücudunun geri kalanının hayati faaliyetlerini yerine getirebilecek durumdadır. Kimseye gösterilmeyen Bonham, film boyunca insanlarla iletişim kurmanın yollarını arar. Bu arada kendi hayatından kesitler de izleriz. Sonunda; burayı izleyecek olanlar için açıklamıyorum.
Filmde Donald Sutherland'i de Jesus Christ rolünde görüyoruz ki, göründüğü sahneler olağanüstü güzellikte bana göre.
Filmde, Birinci Dünya Savaşı'na gitmek için gönüllü olan Joe Bonham'ın hikayesini kendi anlatımıyla görüyoruz. Kahramanımız, bir patlama sırasında kollarını, bacaklarını, çenesini kaybetmiştir. Fakat beyninin bir bölümü zarar görmediği için vücudunun geri kalanının hayati faaliyetlerini yerine getirebilecek durumdadır. Kimseye gösterilmeyen Bonham, film boyunca insanlarla iletişim kurmanın yollarını arar. Bu arada kendi hayatından kesitler de izleriz. Sonunda; burayı izleyecek olanlar için açıklamıyorum.
Filmde Donald Sutherland'i de Jesus Christ rolünde görüyoruz ki, göründüğü sahneler olağanüstü güzellikte bana göre.
Üçüncü film, Daniel Day-Lewis izlemek heyecanıyla izlemeye başladığım, ki daha önce de defalarca izlemişimdir, In the Name of the Father. Gerçek bir hikayeden yola çıkan film, 1974 yılının İrlanda'sında başlar. Dönemin IRA'sı Belfast sokaklarına hakimdir, fakat İngiliz askerleri panzerlerle sokaklarda dolaşmaktadır. İşlemediği bir suç yüzünden 30 yıla mahkum edilen Gerry(Day-Lewis) ve babası başta olmak üzere tüm İrlandalıların hikayesi. Daha önce izlediğim Bloody Sunday(Kanlı Pazar) filmiyle birlikte beni çok fazla etkileyen filmlerden biridir. Filmi izlerken gözyaşlarıma hakim olamadım.
Dördüncü ve son film olarak da, izlerken ara verip hüngür hüngür ağladım, iki saatlik filmi dört beş saatte anca izleyebildiğim Hotel Rwanda(Ruanda Oteli). Bu film hakkında söyleyebileceğim tek şey; izlerken insanlığımdan utandığımdır. Bir de Nick Nolte'un söylediği şu sözler o kadar iç parçalayıcıdır ki.
"You should spit on our face. ‘coz we - the west - think you are dirt. You are worthless because you are black. You are not even niggers. You are african…”
Dünya nasıl bu tür olaylara sessiz kalabiliyor anlamış değilim. Bunun örnekleri Bosna'da, Kosova'da da yaşandı. Hatta en son Sudan'da da benzer olaylar çıktı yanılmıyorsam. Dünya bu kadar vurdumduymaz olmamalıydı, olmamalı.
Son film beni neden bu kadar etkiledi derseniz, son yaşadığımız olaylara bir bakın derim. Toplumdaki kamplaşmanın ileri boyutu böyle olabiliyor. Geçmişte, bu tür olayları Kahramanmaraş'ta, Çorum'da, Sivas'ta ne yazık ki yaşandı benzer olaylar. Şimdi de körüklenmek isteniyor bir takım çevreler tarafından.
İnsanlığımızdan utanmayacağımız bir gelecek dileğiyle...
Son film beni neden bu kadar etkiledi derseniz, son yaşadığımız olaylara bir bakın derim. Toplumdaki kamplaşmanın ileri boyutu böyle olabiliyor. Geçmişte, bu tür olayları Kahramanmaraş'ta, Çorum'da, Sivas'ta ne yazık ki yaşandı benzer olaylar. Şimdi de körüklenmek isteniyor bir takım çevreler tarafından.
İnsanlığımızdan utanmayacağımız bir gelecek dileğiyle...
John Lennon'dan geliyor: Give Peace A Chance
*Barışa bir şans tanıyın
6 yorum:
Bu "ara"yi dogrusu merak etmistim, film molasiymis meger :)
Bahsedilen filmler arasinda beni en cok etkileyen Hotel Rwanda olmustu.
Arada dayanamayip filmi durdurdugum, gozyaslarimi silip devam ettigim, gunlerce etkisinden cikamadigim ve hala da arkadaslarim tarafindan topluca izlendiginde bile kacip gitmek istedigim ama cok begendigim bir filmdir benim icin Hotel Rwanda...
Dileklerinize icten katiliyorum...Ama "insanligin",
"insan olmanin" ne demek oldugunu bile zor hatirlayabilecegimiz bir gelecek olur belkide, kim bilir?
Hotel Rwanda filmini izlediğimden beri geceleri uyuyamıyorum. Kabuslar görüyorum uyku kırıntılarında da. :(
Yine de kötümser olmamalıyız. Unutmayın, "İnsan, düşlerinin büyüklüğü kadar özgürdür!"
tabi ya. in the name of the father.
yıllar önce sinemada izlemiştim.
etkileyici idi. tekrar izlemenin zamanı gelmişti. hele ki yeni blogdan sonra!
Hoşgeldin İrlandalı. Buralarda olmana sevindim. Yazıların takip ediyorum.
Unutmadan, Kanlı Pazar'ı da atlama derim.
In the name of the father filminden beni etkilemiş bi rsahneyi hatırlıyorum: hapishane pencerelerinden kağıtları yakarak atmıştı mahkumlar. O kağıtlar aşağıya ininceye kadar kül olmuştu. O ateşten kağıtların ufala ufala uçuşu/düşüşü anında duyılan müzik çok güzel, sarmal biçimde gelişiyor adeta güçsüz bir bedenin çaldığı ıslık gibi dönüp duruyordu.
Aklımda kalmış.
Hala öyle miydi?
Evet, hala öyle Vladimir. Ayrıca yarım saattir o kısmı filmden kesmeye uğraşıp başaramayan bir ben var karşında.
Yorum Gönder